Danışanımın biri dedi ki hocam, şu grubun karşısına geçip de şöyle terini rahat rahat siliyorsun ya, bana bunu öğret, tüm servetim senin olsun. En büyük korkusu birilerinin karşına geçtiğinde yüzünde ter belirtilerinin olması, terleyen insanın aşağılık, zavallı, adi birisi olduğuna dair kanaatleri olmasıdır. Şimdi onun kanaatine göre ben terlediğim için çok basit, adi sıradan bir insanım. Ama ben biraz şişkoluğumdan terliyorum. Biliyorum kilo vermem lazım. Tabi bunu şişmanlık falan diye de söyleyebilirdim ama birazda vurgu yapsın diye böyle ifade ediyorum.
Evet, bugünkü konumuz mükemmelci insan tipi.”sesim geliyor mu arkadaşlar? Geliyor. Daha önce bizim konuşmalarımıza iştirak eden arkadaşlar ellerini kaldırabilir mi? Evet, çoğu yeni arkadaş, durum onu gösteriyor. Siz kaldırmadınız elinizi, sizinle akraba olduk. Peki, kısa bir girişten sonra mükemmelci insana geleceğim. Yine bebeğe, bebek ve annesine gidiyorum. Bebek dünyaya geldiğinde boş bir sayfa gibidir. Ama birtakım potansiyelleri içinde barındıran. Zamanı geldiğinde epigenetik bir açılımla DNA’sına yazılı potansiyellerle otomatik harekete geçen bir sistem. Nasıl yani, bir yaşına geldiği zaman ayağa kalkar, yürür, istesen de istemesen de. Uygun bir iletişim ortamı olduğu yerde konuşma yetisi ortaya çıkar. Belirli bir döneme geldiğinde emeklemeye başlar. Ergenliğe geldiğinde otomatik olarak her şeye isyan eder. Bunlar öğretilmez. Bunlar insanoğlunun doğasında olan şeylerdir. İşte böyle bir yaratık dünyaya geldiğinde hiçbir şeyi bilmiyor. Neyi bilmiyor? rengi bilmiyor, sesi bilmiyor, kokuyu bilmiyor. Beni ve ötekini bilmiyor. Yani ben nerede başlıyorum, nerede bitiyorum, o nerede başlıyor nerede bitiyor. Bunların hepsi okyanussal coşku diye ifade edilen kaotik bir ortam, hercü merc içerisinde ben ve ötekinin sınırlarının olmadığı bir dünya. Bu süreç yavaş yavaş bakıcı ve anne sayesinde bir entegrasyona gider. Annenin içinde doğmaya başlayan, altıncı aydan itibaren kendisinin anneden ayrı bir varlık olduğunu hissetmeye başlar. Bunun ilk hareketlerini anne göğsünde emzirirken veya göğsünde yatarken çocuk kafasını geriye doğru atmasıyla başlar. Ben farklı bir şeyim, senden farklı bir şeyim.
İşte, bu bir yaşına kadar süren ve daha sonrada detaylarıyla üç yaşına kadar tamamlanan bireyselleşme ve özerkleşme sürecidir. Anneden bağımsız bir birey olma sürecidir. Gün be gün, saat be saat o çocuğun ruhunda inanılmaz faaliyetler olur. Aynen bir hücrenin mitoz bölünmesi gibi ruhsal yapı. Anneden ayrışırken kendi dünyasını, nesne tasarımlarını içeri alacak bir varlık oluşacaktır. Kendi sınırlarını keşfedecektir. Günün birinde elini keşfeder, eliyle öbür eliyle oynar. İnanılmaz güzel bir oyuncaktır. Kendisi için dokunanda, dokunulanda kendisidir. Günün birinde alttan bir şey kalkar, o onun ayağıdır ama haberi yoktur. Eliyle ayağını tutar, yeni bir oyuncak bulmuştur. Onunla oynar, bakar, o da onun parçasıdır. Ama birtakım civardaki eşyalara dokunduğu zaman, dokunulanın kendisi olmadığını fark eder. Bu süreçte vücuduna giydirilmiş olan deri sayesinde sınırlarının nerde başladığını ve bittiğini görür. Vücudunun sınırlarını keşfeder. İşte, ben olma kavramı, diğerlerinden, ötekinden ayrılma kavramı, ben olma kavramını yakaladıktan sonra ben oldum. Ama benlik çok zor bir şey. Yani birey olmak, ben olmak çok zor bir şey. Evet, sınırlarımı keşfettim ama dünyada bir sürü şey var. Önce bunları anlamlandırmam lazım. Masa nedir ? sandalye nedir? gök nedir? yer nedir? canlı nedir? cansız nedir? Bunları ayırt edebilmem için etrafımda olup biteni gözlemlemem lazım. Beş duyu dediğimiz duyuyla, introvizyon dediğimiz içe alımlarla sistemde neyin ne olduğunu, eşyaların yerli yerine gelir. Bu da çok uzun bir süreç, inanılmaz bir süreç. Bunu şöyle diyebilirsiniz. Grafikerler, çizgi filim yapanlar, animasyon yapanlar her bir kareyi tek tek yapmak zorundadır. İşte dünyadaki her bir nesnenin ne olduğunu insan beyni tek tek algılamak, anlamlandırmak, hafıza kayıtlarına almak zorundadır. Bu süreç tamamlandıktan sonra eşyanın yani, tüm nesnelerin ne olduğu ile ilişkili zihinsel haritamızda mevcuttur. Bu sefer üçüncü basamak gelir. En önemli basamak. Bu eşyayla ben nasıl bir ilişki içine gireceğim, nasıl iletişim içine gireceğim. İşte burada kaos başlıyor. Bir eşya ile çok çeşitli iletişim içine girilebilir. Neden gireceğim,nasıl gireceğim. Şimdi, şu sıradan bakalım, herkesin oturma şekli ve stili farklıdır. İşte, bedeniniz olan eşya ile iletişim şekli her birinizde farklıdır. Bu farklılığın arkasında zihinsel haritalarınız yatıyor. Hiçbir şey söylemeseniz de sizin oturuş sitiliniz sizin hakkınızda çok şey söylüyor. Bir kimyasal denklemin bir kısmını gördükten sonra redoksun diğer alanlarını doldurmak gibi bir şey. Şimdi, işte burada çocuk, nesneyle yani eşya ile iletişim şeklini ne yapacak? Bir sandalye, basit bir şey gördü. Bir sandalye, bu sandalye ne işe yarar, ne işe yarayabilir? Bu sandalye yenilir mi? Yenilip yenilmediğini bilmiyoruz. İçilir mi onu da bilemiyoruz. Çiş mi yapılır onu da bilmiyor, kaka mı yapılır onu da bilmiyor. Bunun üzerinde uyunur mu onu da bilmiyoruz. Bu sandalye onun için bilinmez bir boyut. Düşün ki, evin içinde yüzlerce eşya var, her biri inanılmaz kaos yarata. Çocuğun nasıl davranacağını bilemediği, namütenahi, sonsuz alternatifler barındıran eşyalardır. İşte bu kaostan kurtulmanın tek bir yolu vardır. Bu sandalyeyle anne -baba ne yapıyor. Bunu yiyor mu? bunun üzerine çiş, kaka mı yapıyor? bunun üzerinde uyuyor mu, yoksa bunun üzerinde oturuyor mu? Anne-baba bunun üzerinde oturuyor. Masayı nasıl kullanıyorlar. Masa da yemek yiyorlar, ders çalışıyorlar bir takım ihtiyaçlarını gideriyorlar. Klozette ne yapıyorlar, çiş yapıyorlar. İşte her bir eşyanın ne işe yaradığı ve nasıl kullanıldığı ile ilgili kaotik ortamdan kurtulmanın tek yolu anne -baba veya oradaki bakıcılar eşya ile nasıl iletişim içine giriyor onu kopyalayacağız. Farkında olmadan, inanılmaz bir çalışmayla, on saat kayıt yaparsın hep yaptığın kayıtları on- on beş saat uykudaki rüyayla yerine yerleştirmeye çalışırsın. Peki, bu sandalye de oturulacak ama ne kadar oturulacak, ne zaman oturulacak, hangi şiddette oturulacak? Bu sefer başlar, sandalyeye ne vakit oturulacak, sandalyeye ye kalmadığı vakit oturulacak, yemek süresince oturulacak. Ne oldu, detaylar geliyor. Işte, bizde anne- babanın eşya ile ilişki kurma şekline kişilik örüntüleri diyoruz. Bugün tıpta belirlenmiş on iki tane kulvar var, kişilik örüntüsü olarak bunlardan bir veya bir kaçına sahibiz. Yoksa başka türlü hayatın kaosundan kurtulmamız mümkün değil. Bu sandalyeye nasıl davranacağımızı bilelim ki hayata devam edelim. Bu sandalye masa, koltuk, ev, kapı, bahçe, şehir ne oldu, her yer kaos aslında.
Nasıl davranacağımızla ilgili kısma gelelim. Nedir? Bu on iki tane kişilik örüntüsü; bir tanesi mükemmellikçi kişilik örüntüsü, Nedenselliğini açıklayacağım. Bunlar psikiyatride A,B,C, kümesi diye ayrılıyor. A kümesinde; şüpheci kişilik, paranoid kişilik anne- baba her şeyden şüpheleniyor. Çocukta şüphelenir, şüpheci kişilik geliştirir. Şizoid kimlik, anne-baba yalnız yaşamayı tercih ediyor. Bir etkinlikten hoşlanamıyor, kimse eve gelmiyor, kimseye de gitmekten hoşlanmıyorlar. Eşya ilişkilerini de öyle görüyor ve öğreniyor. Doğrunun o olduğunu zannediyor.
Şizotipal kişilik, hem reel dünyanın, fiziki varlığın ötesinde metafizik bir takım kavramların işlendiği bir e v ortamında aman nazar değmesin, aman büyü yapılmasın, aman ufolar gelmesin, aman cinler, periler saldırmasın diye habire garip garip ritüeller yapılıyor. Çocuk, bunun sandalye olduğunu görüyor ama bir de bu sandalyenin arkasında göremediği, duyamadığı, işitemediği sandalyeye hükümran olan, sandalyeye etkin olan varlıklarla ilgili birtakım göremediği, duyamadığı varlıklar olduğu şeklinde, anne baba buna böyle yaklaşıyor. Sandalyeyi zaman zaman kutsuyorlar. Sandalye figürümüz olsun, herhangi bir canlı, herhangi bir anıt, herhangi bir değer. Bu zarar verici varlıklardan korunmak için ne yapıyoruz? Tılsım yapıyoruz. İşte, evimizin içine boncuklar, mavi boncuklar, at kafaları, kuru at kafaları koyuyoruz. Bunları benim annemde yaptı. Un tütsülerdi, biraz tombik bir çocuktum, nazar değmesin diye her gün un tütsülerdi. Ceplerime üniversiteye giderken bir kısmından sarımsak kabuğu, bir kısmından çörek otu çıkardı. Anne bu neyin nesi sen koy onarlı koy derdi. Nedir demek annem onları koymamış olsaydı muhtemelen başıma çok büyük belalar gelecekti onlar sayesinde kurtulduk. Konfirme oldu sistem. Böyle bir ortamda şizotipal kişilik yapısı gelişiyor yani, mevcut fiziki yasaların ötesinde birtakım kontrol edilemeyen yasaların bulunduğuna olan inanç.
B kümesinde ne var? Anti sosyal kişilik bozuklukları. İşte, gazete haberlerinde, mafya dizilerinde rahatlıkla adam öldüre, hiçbir vicdani sıkıntı duymayan, her şeyi hak ettiğine inanan, yasalarla başı dertte olan insan tipi. Bunların vicdan ve süper egolarının gelişmelerinde problemler var. Bunlar yine aile ortamından kaynaklanıyor. Sabah akşam, anne-baba bu sandalyeyi döverse, sandalye hata yapınca bacağına sıkarsa çocukta ileride, günün birinde birilerinin bacağına sıkıyor.
Narsistik kişilik bozukluğu; kendini özel, kutsanmış hisseden, değerli hisseden bir yapı, daha önceki toplantıda bahsettik. Her yerde özel olduğunu ve her zaman bunu hak ettiğine inanan yapı. Özünde değersizlik çekirdeği vardır. Kendisine tapınan, kendisini seven insanın temelinde, öz kaynağında değersizlik ve yetersizlik duyguları vardır. Onun için hep değerli olduğunu ispata yükümlüdür. İspat etmek zorundadır, onunda tek yolu öbürlerinin her an hayranlığını hissetmek mecburiyetindedir. Öbürlerinin takdirini almak mecburiyetindedir.
Borderline, B grubunda üçüncü kişilik yapısı; bir iyi, bir kötüdür. B Kümesinin dördüncüsü, histriyonik kişilik yapısı. Bu da yüzeysel davranan, kahkahadan bir anda kırılan, bir iki dakika sonra olduğu yerde ağlayabilen, hemen ardından tekrar kahkahalara boğulan, hemen ardında gülebilen ağlayabilen, gelgitleri olan, sizinle on dakikada çok dost olur, ay bir daha ayrılmayalım der, bir arkasını döner sizi unutur. Bu da histriyonik yapı. Sık sık ayılıp, bayılan hanım arkadaşlarda var.
C kümesinde bağımlı kişilik yapısı, çekimser kişilik yapı ve mükemmelci kişilik yapısı diye üç kişilik yapısı var. Bugünkü konumuz mükemmelci kişilik yapısı. Bağımlı nedir? Birisine bağımlı olarak hayatını sürdüren, yalnız başına hayatını sürdürme imkânı yoktur, hep birilerinin gölgesine girmek durumundadır. Birisinin onayı olmadan iş yapamaz. Bu ne demektir? Bu süper okul birincisidir, doktordur, mühendistir hatta hâkimdir, hatta hatta genel müdürdür ama mutlaka birisine bağımlıdır. Ya anneye bağımlıdır, ya anne yerine ikame ettiği birisinin gölgesindedir. Bağlandığı insan kendinden çokta zayıf olabilir ruhsal olarak önemli değil, yeter ki son kararı o vermesin, birilerine bağlansın. Sizden akıllıdır. Sizi kıyafet mağazasına götürür, bunu alayım der ama kafasında birisine okeyletecek, onu ya al, çok yakışmış, o zaman alır , onu kendi başına alamaz. Tanırsınız, böyle tipler vardır etrafınızda. Başka bir şeyde almaz, kendi beğendiğini alacak ama mutlaka onaylatacak.
Çekimser kişilik, mağazanın önüne gelir, fakat bir türlü içeri giremez, utanır, çekinir garibim. Oradan garson veyahut tezgâhtar buyurun abla veya abi dediği zaman kayar. Ah böyle mağazadan içeri girse de kimse onlarla ilgilenmese, şöyle rahat rahat mağazada konfeksiyonlara baksa. Tabi, insanlarda, tezgâhtarlarda anlamıyor, bunların kişilik örüntülerini bilmiyorla. Hizmet etmek için yanına yaklaşıyor, ağabeyciğim bir ihtiyacın var mı, yardımcı olabilir miyim ? Bu ona ağır gelir, o mağazayı terk eder.
Son kişilik yapısı mükemmelci kişilik yapısı. Yani bugünkü konumuz. Mükemmelci insanın anne -babası bu sandalyeye nasıl davranıyor ki, çocuk mükemmelci oluyor. Mükemmelci anne babanın sandalyeye davranış tarzı, siz kafanızdan sandalye deyin, kitap deyin, defter deyin, masa deyin. Yemek yapması, makarna pişirme şekli, börek pişirme şekli, eve giriş şekli, elektrikleri açma- kapama düzeni bunların hepsini diyebilirsiniz. Bunların her biri, bir sandalyedir. Sandalye masaya konurken ayakları masaya paralel olacak, iki tane sağ ve sol ayağının masaya uzaklığı on bir santim olacaktır. Sandalyenin üzerine konan örtü veya minder sandalyenin tam ortasına konacak. Sandalyenin arasındaki yarımşar santim olan boşluğu eşit olarak dağıtılacak. Sandalyenin üzerinde kesinlikle toz parçası bulunmayacak. Ola ki, misafirlerin haşarı çocukları sandalyenin bir kenarındaki cilayı veya boyayı hafifçe vurup da çatlatmışsa, mutlaka her iş güç bırakılacak, o gün ona uygun cila boya yaptırılıp, sandalye eski haline getirilecektir. Sandalye her gün aynı konumda bulunacaktır. Diğer sandalyelerin uzaklıkları eşit olacaktır, bütün sandalyelerin masa etrafındaki yerleşimi eşit bir şekilde olacaktır. Şimdi, böyle bir aile düşünün ki, ben sadece sandalyeyi anlattım. Tuzluğun yerini konuşmadım, kavanozun yerini konuşmadım, buzdolabında raflara yerleştirilmiş olan gıda maddelerinin yerlerini hiç konuşmadım. Ama hepsi sandalye gibidir. Bu arkadaşımız neyi öğrendi ki mükemmel olmayı mükemmelliğin inanılmaz güzel bir şey olduğunu öğrenir. Peki, bu delikanlımız, bu kızımız bebeklik döneminde iki yaş civarında, anne babanın sandalyeye nasıl davrandığını gözlemleyecek, gözlemlediği için sandalyenin nasıl muameleye tabi tutulacağını öğrenecek ve sandalyeyle nasıl bir iletişim kurulacağını net bir şekilde kafasında netleştirecek. Çünkü sandalyeyle yüz kere, bin kere farklı iletişim şekli kurulabilir. Bu ne demektir? İki kardeş arasındaki ilişki, anne- baba arasındaki ilişki her şeyi etkilemiş olacak. Kardeş, abla, ağabey, baba eve geldiği zaman içeri girecek, zile üç kere basacak, içeriden kapı açılacak, ayakkabılar çıkarılacak, orada ikisi kuzeye yönlendirilmiş olan terlikler giyilecek, sakin adımlarla içeri girilecek, sağa dönülecek, iyi akşamlar babacım, oğlum iyi akşamlar, annecim iyi akşamlar, iyi akşamlar oğlum şeklinde seremoniler tamamlanacak, evet yemek hazır, buyurun denecek. Herkes kendi sandalyesine usulünce çekilip, yemeğe oturacak, sol elini atacaklar, sağ elini atacaklar, bıçak- çatal işlemleri, makarnaya nasıl yanaşılacağı sosun ne şekilde ekileceği. Arkadaşlar gülmeyelim, bir arkadaşımız makarnayı haşlama sitilindeki hata yüzünden kocası tarafından terk edildi. Kocası dedi ki, makarna böyle haşlanmaz, hadi haşlandın makarnanın suyunun doğru alınması, o süzgeçte bu şekilde yapılmaz. Boşandılar. Ben erkek halimle senin hayatını kolaylaştırmak için makarnanın nasıl süzüleceğini sana anlatıyorum ama sen bildiğini okuyorsun. Bu hayat çekilmez, sen beni anlamıyorsun, sen beni sevmiyorsun, ben senin için neler düşünüyorum, makarnanın suyunun nasıl süzüleceğine kadar düşünüyorum ama sen oralarda değilsin. O pırlanta gibi hanımı boşadı. Neden? Makarnayı onun istediği gibi süzmediği için. Şimdi, bu çocuklar anneden, babadan sandalyenin, makarnanın, kavanozun, buzdolabının yerleştirilmesini eğer bir abi, abla varsa onun yazıyı nasıl yazacağını, kalemi nasıl tutacağını, kalemi nasıl eskitmeyeceğini, defterlerini nasıl bozmayacağını ve yıpratmayacağını, kitapları açarken yarım şekilde açması gerektiğini, tam açılırsa cildin kırılacağını ve yıllar sonra o çocukların kitaplarını açtığında sahaftan yeni alınmış kitaplar gibi olacağını ve asla tam açılmamış olacağını, defterlerin harika bir şekilde matbaadan çıkmış gibi düzgün yazı içerisinde olacağını görürsünüz. Bu şimdi, güzel bir şey mi, hoş bir şey mi? Burada ne oluyor arkadaşlar. Hikâyenin birde öbür tarafı, bu arkadaşlarımız başımıza genel müdür olacaklar, bu arkadaşlarımız her şeyi mükemmel yaparlar. Çünkü mükemmel yapamadıkları zaman gece uyuyamazlar. Onları sıkıntı basar, çocukla anne arasında bir iktidar mücadelesi başlar. Birey olmakla beraber bir yaşından sonra çocuk yürümeye başlar. Anne der ki, elini tutayım düşersin, hayır elimi tutma ben yalnız başıma yürüyeceğim. Sen yemek yiyemezsin, ben yedireceğim, hayır ben yiyeceğim. Aslında anneye şu mesajı veriyor; anne bırak artık ben birey oldum, içimdeki ruhum kabardı, kendi eylemlerim kendim yapacağım ki hayatta yalnız başıma, ayaklarımın üstünde durabileyim. Ne demek kaşığı alıp da o çocuğun üzerine başına yemeği dökmesi, o güzelim sandalyeyi yemekle kirletmesi, o güzelim masayı kirletmesi aman tanrım inanılır gibi değil . Ne yapacak, anne baba çocuğu zaptu rapt altına alacak, çocuğu kontrol altına alacak. Kurallara uymaya mahkum edecek. Çünkü çocuk bağımsız, annesinin bu kurallarına uymayıp, sandalyeyle kafasına göre hareket ederse annenin dünyası dağılacak. Bildiği sistem budur. O zaman bu çocuk yola getirilmelidir. Nasıl yola getirilir? Bu çocuk cezalandırılarak. Bu cezalandırma sistemi karşısında çocuk özgürlüğünü mü yakalayacak, yoksa cezadan dolayı özgürlüğünden vaz mı geçecek? İki tane yol vardır. Özgür olmanın yolu annenin dediğinin tersine hareket etmek, özerk davranışlarda bulunmak, birey olmaktır. Bunun bedeli ceza ödemektir, azarlanmaktır, dövülmektir, kızılmaktır. En ağırı da annenin sevgisinden mahrum bırakılmaktır. Annenin dediğine uyduğu zaman, sandalyeye anne gibi muamele ettiğinde bunun bedeli birey olmaktan vazgeçmektir. Özgürlükten vazgeçmektir. Kuralların mahkûmu olmaktır. Bu çelişki içerisinde anne ile çocuk arasında inanılmaz bir kavga başlar. Çocuğun son kalesi anne, çocuğa her istediğini yaptırı. Çünkü çocuk zayıftır, çocuk acizdir. Çocuğun fiziki kapasitesi anne ile kavga edebilecek güçte değildir. Çocuk mahkum olur, annenin dediği gibi hareket etmeye başlar ve kurallara uyar. Çünkü uymadığı zaman cezalandırılır. Nedir? Mesela anne diyor ki, bugün sana almış olduğum mavi kazağı giydireceğim, çocuk kırmızıyı giyeceğim diyor, kırmızıyı almış çekmeceden geçirmiş kafasına bir buçuk yaşında, iki yaşında, üç yaşında giymeye çalışıyor. Anne ne yaptı? Kırmızı günü değil, bugün ne günü mavi günü, kırmızıyı cırt çıkardı, tak geçirdi maviyi. Çocuk bunun karşısında ne yapabilir? Hiçbir şey. Çünkü fiziki gücü sınırlı. Fakat annenin yenildiği bir iki yer var. Çocuk orada bağımsızlık mücadelesine devam eder. Bu tuvalet alışkanlığıdır. Aslan evladım, kaplan evladım, kızım,oğlum çişini kakanı bundan sonra tuvalete yapacaksın, lazımlığa yapacaksın. Çocuk bekler, yapmaz. Anne ile inatlaşacak, özerkleşecek. Kırmızıyı çıkardı, maviyi giydirdi ya, o kakayı alıp klozetin içine veya lazımlığın içine koyacak. Doğru mu ? Doğru. Bekliyor, anne içindeki kakayı alıp oraya koyamıyor. Anne yalvarıyor, aslan oğlum, kaplan oğlum, aslan kızım, kaplan kızım. Aman tanrım anne ilk defa onun iradesine mahkûm olduğunu görüyor. O ne zaman isterse kakasını açarsa, kakası dışarı çıkıyor. Kakasını açmadığı müddetçe anne içine girip o kakayı alamıyor. Tutuyor. Çocuk bundan İnanılmaz keyif alır. İşte, bu anal karakter dediğimiz karakter yapısını oluşturuyor. Bu insanlar daha sonraki hayatlarında mükemmeliyetçi kişilik yapısıyla hep kakalarını tutarlar, genellikle kabız olurlar. Kaka dediğimiz şeyin arkasında başka neleri tutarlar. Parayı tutarlar, bilgiyi tutarlar, kıyafeti tutarlar, eski eşyaları tutarlar, eski kitapları tutarlar her şey onların kakalarıdır. Hiç dışarı vermezler ve atamazlar. Vergi dairesine gittim, eski bir vergi borcum çıkmış, yurt dışına çıkacağım on yıl önce ödediğim bir taksit ödenmemiş. Tamam, ödeyeyim, halledeyim dedim. Orada evrakları hazırladılar, müdür beye imzalatacaksın dediler. Anadolu’nun bir ilinde doktor olarak çalıştım. Vergi dairesine kapıyı vurdum, önümü ilikledim, içeri girdim, bekliyorum. Şöyle bir baktım, spor toto oynuyor, gazetenin arkasında onunla uğraşıyor. Bir daha baktı. Ben duruyorum, kurbanlık koç. Elimde evrak, o evraka imza atacak. Acilen uçağa yetişip, İstanbul’a döneceğim. Tık yok. Beş dakika geçti, on dakika geçti, on beş dakika geçti. O imzayı vermiyor bana. Anal karakter, orada beni bekletecek. Devlet dairelerinde çok görürsünüz. Bizim toplumumuzun maalesef büyük kesiminde var. Bende bekledim, on beş, yirmi dakika bekledikten sonra vardık, efendim lütfeder misiniz bir imzanızı, bu kaka kelimesini kullanmak ayıp, psikiyatri de rahat kullanıyoruz
Tabi, orada arkadaşımız epeyce tuttuktan sonra ben evrakı götürdüm koydum, evrak tekemmül etmişti ve imzasıyla şereflendirdi. Teşekkür ettim. Ben de istediğimi almıştım. Dedi ne iş yapıyorsun? Doktorum. Ha falan, ne doktorusun psikiyatristim. Efendim, buyurun isminiz nedir dedi.
Tahir ÖZAKKAŞ: Sizi tanıyorum, televizyonlarda falan gördüm. Lütfen bir çayımı içer misiniz? Tabi orada sistem değişti. Şimdi vaktim kısıtlı dedim, inşallah bir başka gelişimizde, dedik ayrıldık. Şimdi burada elindeki güç ve kudreti tutmak anal karakterin temel özelliğidir. Veremezler, verdiklerinde yüreklerinden bir parça kopar. İktidarları gider. Annelerinin karşısındaki direnmeleri hayatın her anında direnmeye dönüşür. Bana imzasını vermiş olması içindeki iradenin yok edilmesidir. Orada yeteri kadar beni bekletti, kendisinin benden üstün olduğunu hissetti, ondan sonra lütfettiler o imzayı verdiler. Bunun gibi o karakter yapısı çocuk, tarafından anne ile kavga esnasında tutulur, fakat anne bu çocuğu aşırı cezalandırır. Kakasını zamanında belirli bir yere vermemesi karşında sevgisini esirgeyerek, ceza verir. Bazı anneler geçmişte çok yaparlardı, maşayla çocuğun poposunu yakarlar, kibritle tutuştururlar. Bu korkudan dolayı çocuk teslim olur. Son iktidar kalesi de gitmiştir. Der ki, bundan sonra şunu öğrendim ki kesinlikle kurallara uyacağım. Benim için hayatta önemli olan kurallara uymaktır, gerisi hikâyedir. Evet, bu arkadaşımız artık sadece kural koliktir, kurallara uyarlar, kuralların fonksiyonelliği onlar için önemli değildir. Çünkü kurallara uymazlarsa annelerinin cezalandırdığı gibi her an onlara ceza gelir. Dağ başında, kırmızı ışıkta bir buçuk saat bekleyebilirler. Kurallar onu gerektirmektedir. Evet, bu kişilik yapısı daha sonra ki hayatında sevilebilmek, annenin sevgisini alabilmek, ceza görmemek adına mükemmelci kuralcı insan olurlar. Bu insanların sekiz tane maddesi vardır. Her toplumda yüzde sekiz, yüzde on civarında görülür. Aramızda şu an yirmi, otuz kişinin bu kişilik örünütüsünde olduğunu düşünüyorum. Onlar genellikle benim gibi geç kalmazlar. Onlar saatini ayarlamışlardır. Geç kalanlara bozuk atarlar. Bana da atmışlardır, teşekkür ediyorum onlara.
Sekiz maddeyi sayalım.Birinci madde, mükemmelcidir. İkinci madde, bu insanlar ayrıntıcıdır. Şimdi bu insanlar doğrucu davuttur, vicdanlarının sesini aşırı dinlerler. Dördüncü madde, bu insanlar kural koliktir, iş koliktirler, çalışmaya çok düşkündürler. O kadar çok çalışırlar ki, arkadaşlarından ve dostluklarından yoksun kalırlar, eve bol bol iş getirirler. Beşinci madde eski eşyalarını atamazlar, biriktirirler. İlkokul defterlerini getir dersin, getirirler. Eski kıyafetleri ağzına kadar tıkalıdır. Bunlar genellikle balkonları olur, istiflenmiş malzeme ile doludur. Bazen binalara bakarım şöyle, bazı balkonlarda koli koli, koli hiç açılmayacak, o koliler onunla birlikte mezara gidecek. Ama onlar hep tutulur, tavan araları doludur, bodrumları doludur. Bahçeleri varsa bahçeleri doludur. Altıncı madde; Bu insanlar ekip başı olacaklar. Bir işte çalışırken lider olacaklar,organizasyon şefi olacaklar veyahutta kendi kafasına uygun bir ekiple çalışırlar, onun haricinde çalışmazlar. Çok duygusuz olurlar. Yedinci madde arkadaşlar katır gibi inatçıdırlar. Bu katır ve inatçılığın nerden geldiğini anladık değil mi? O anneyle çocuk arasındaki kaka hikâyesinden ve bizim sayın müdürümüzün imza hikâyesinden. Sekizinci madde, bu insanlar para harcayamazlar. Gelir düzeylerine uygun gider yapamazlar. Çünkü para ileride olabilecek felaketler için bugünden biriktirilmesi gereken bir meta olarak görülür. Bu sekiz maddeden dört tanesi sizlerde varsa bu kişilik örüntüsü içersindesiniz. Artık teşhisinizi kendiniz koyun. Evet, epey gülen arkadaş olduğuna göre baya sayı var demek ki. Şimdi, bu arkadaşlarımız ilkokulda böyle, ilkokuların önüne gidin, pırıl pırıl yakalıkları, bembeyaz ütülenmiş önlükleri, eğer kızlarımızsa saçları kurdelalanmış, eşit ve simetrik şekilde taranmış saçlarıyla hiç çamur izi olmayan pabuçlarıyla tek tek basarak okula giderler. Delikanlılarda aynı şekilde, yüz tane öğrencinin içerisinde beş altısı bu şekilde okula gider. İstikbalin obsesif- kompulsif kişilik yapısı arkadaşlarımız, bize bir zaman uğrayacaklardır. Bu arkadaşlarımız okula gider gitmez, okula nasıl girileceğini, sıraya nasıl dizileneceğinin kuralarını hemen öğrenerek o kuralarla uymak için hazırdırlar. Hangi kurallara uyayım diye sorarlar. Öğretmenler bu çocukları inanılmaz sever. Bunlar hemen okul başkanı, sınıf başkanı olur. Öğretmenler taltif eder, ödüllendirir. Ödüllendirildikçe öğretmene yalvarır, yeni kurallar ver öğretmenim. Hangi ödevleri nasıl yapayım, hangi kitapları nasıl bitireyim. Yaptıkça daha çocuk keyif alır, keyif aldıkça öğretmen yeni kurallar verir. Çocuğun asla bireysel gelişimi, kendi özgürlüğü ve özerliği ile tercih ettiği bir alan yoktur. Sadece ötekinin gözüne bakarak ne yapması gerektiğini söylemesini bekler. Hep kurallara uya. Tabi böyle bir çocuk okul birincisi olur. Burada kuralar vardır. Kurallar dolayısıyla bu çocukların duyguları olamaz, olmamalıdır. Duygular onlara yasaktır. Onlar gülemezler, onlar heyecanlanamazlar, onlar sevinemezler, onlar coşku duymazlar, onlar basit insanların, adi insanların işidir. Bizler kurallara uygun olarak disiplinli bir şekilde yapmamız gerekenleri yapmalıyız. Evet, yaparlar, okulu dereceyle bitirirler, ödül törenlerine çağırılırlar. Orada da kurallar hep devam eder. Bilmiş çocuk olur, bunlar hep büyümüşte küçülmüş dersiniz, ya ukala tipler. Daha sonra ortaokul yıllarında da kurallar devam eder. On iki,on üç yaşına geldiği zaman bir dalga gelir, ergenlik dalgası dediğimiz dalga. Ergenlik dalgasında bir şans tanınır onlara, bağımsızlaşma ve özgürleşme, her türlü kurala isyan etme şansı. Bu içten gelen derin bir dalgadır. Eğer, bu dalganın sesini dinlerde eyleme geçerse, özerk olma şansları vardır. Yok, başlarındaki ebeveynleri, öğretmenleri, idarecileri onun bu tip ufak ufak, isyankâr girişimlerini daha büyük bir darbe ile bastırırda o çocuğun bireyselleşme ihtiyaçlarını köreltirlerse, çocuk ikinci harekâtında da başarısız olur. Kuralara uyan, kural kolik bir çocuk olarak topluma kazandırılır. Artık onun yapması gereken hedefler vardır, kurallar vardır. Artık o makarnanın nasıl süzüleceği ile ilgilenecektir. Çok önemlidir, evdeki eşyaların hangi dizaynla dizayn edeceğinize dikkat edecektir. Müziğin hangi koltuktan, hangi süre ile dinleneceğini ayarlayacaktır. Volümün hangi şiddet derecesinde olması gerektiğini konuşacaktır. Sinemaya giderken, bir film izlerken hangi koltuklara oturulması gerektiğini, o koltuklarda film hangi açıdan görüleceğini, seslerin nasıl yapılacağını, etraftaki insanların nasıl susturulacağı ile ilgilenecektir. Asla bir filmin, duygusal atmosferine giremeyecektir. İnsanlarla ilişkilerinde, duygusal bir atmosferi yakalayamayacaktır. İşte, bu arkadaşımız ergenliği geçirecek, üniversite yıllarına gelecek, üniversite yıllarında ailesinin, annesinn, babasını ve toplumun önermiş olduğu bu dönem inşaat mühendisi önemlidir. Bizim gençlik dönemimizde bir dönem vardı, herkes inşaat mühendisi olurdu. Sonra açıkta kaldılar. Teoride işte böyle sezon sezon ihtiyaçlar olur, o ihtiyaçlar beş yıl sonra karşılanır ve enflasyon olur. Soğan, patates üretimde de olur biliyorsunuz. Bir sene soğan çok para eder, bütün çiftçiler soğan eker. Ertesi sene herkes iflas eder. O sene patates para eder. Herkes patates eker, ertesi sene kimse soğan ekmez, soğan yükselir, patates ekenler batar. Bunu fark edenler de tersini yaparlar. Para kazanırlar. Doktor olmak, eğer o dönemde çok revaçtaysa, kuralara göre doktor olmalıdır. Eğer bilgisayar programcısı veya bilgisayar mühendisi olmak revaçta ise bilgisayar mühendisi olurlar. Ama kendilerinin ne istediğiyle ilgili bireysel tercihleri yoktur. İşte, bu arkadaşlarımız hayatı yaşarlar. Her şey mükemmel gitmektedir, her şey sistem içindedir. Bu arkadaşlarımızın hayatta en önemli bildiği şey kontrol duygusudur. Kontrol etmek, her şey onların kontrolünde olmalıdır. İşte mükemmelcilikleri ve ayrıntıcılıkları buradan gelir. Çünkü bir şey kontrol dışına çıkarsa, içeride hortlamaya hazır olan özgürleşme ve bireyleşme duyguları her şeyi istila edip, sistemi tamamen değiştirebilir. Onun için her şey kontrol edilmelidir. Kontrol edildiği müddetçe problem yoktur.
Bu hastalar bu kontrol duygusunu ve kişilik örgütlenmesini, kontrol duygularını abartırlarsa obsesif-kompulsif dediğimiz hastalığa dönüşür. Bu ayrı bir bozukluk. Şurada bıçak vardır, meyve bıçağı, orada çocuğu gezmektedir,iki yaşında, üç yaşında,beş yaşında. Zihnini de kontrol etek zorundadır. Nasıl masayı,sandalyeyi kontrol ediyorsa bu arkadaşlarımız, zihninden bir fikir fırlıyor geliyor, “ ya bıçakla çocuğumu kesersem”. Buyur buradan yak. Keser miyim keserim. Böyle bir düşünce geldi, ne yapacağız şimdi. Bıçak burada, elim burada, çocuk orada bu el bu bıçağı alırda çocuğu keserse. Birçok annede durum bu. Anne panikler. Çünkü bu düşünceleri kontrol etmek durumundadır. Anne ne yapabilir, bıçakları saklar. Evdeki bütün bıçakları alır, ulaşamayacağı en yüksek dolabın üstüne koyar. Akşam eve bey gelir, meyve yiyecek bir bıçak getirsene,şey ya onu ısırsana, kabuklu yemek şifadır, iyidir, ben onları yıkadım. Yok, getir bir tane. Bilmez ki bıçakları ta mutfağın en üst dolabına sakladığını. Ola ki bıçakları alırda çocuklarımı keserim diye. Gider, koyar bir merdiven veya tabureye çıkar, oradan bir tane bıçak alır, getirir, gözü bıçaktadır. İşi bitse de hemen götürse yerine koysa. Bu tabii ayrı bir hikayeye giriyor. Şimdi bu arkadaşlarımız, okul birincisi oldu. İş yerlerine gidip, çalışmaya başladılar. İş yerlerinde beklenen nedir? Çok çalışmak, çok üretmek, kuralarla uymak. Bu arkadaşlarımız ne yaparlar? Kurallara uyarlar. Patronları tarafından, müdürleri tarafından çok sevilirler. Binbaşı gelmiş ya buraya, niye nöbete gönderiyorsunuz insanları demiş. Nereye efendim? Haritayı göstermiş, bak demiş burada tepenin başında bir nöbet yeri var. Şunu anladık, cephanelik şura, benzinlik şura, garnizonun bulunduğu yer şura, lojmanların bulunduğu yer şura. Bu tepede ne var demiş. Ne stratejik önemi varda buraya nöbete koyuyorsunuz. Devir almış, yeni devralmış garnizonu, orayı inceliyor nöbet listesine bakıyor. Efendim buraya nöbet konmuş, buraya nöbete gidiyorlar. Oğlum niye buraya nöbete gidiyorlar, bunun mantığı ne? Bilmiyoruz efendim emrettiler gidiyoruz biz. İki saat orada nöbet tutuluyor şaki şak, iki saatte bir nöbet değişiyor, devriye geziyor, nöbet yerlerini değiştiriyor. Açın demiş, şu nöbet emrini kim koymuş. Böyle geriye doğru gidiyor, on yıl öncesine varıyor. On yıldır orada nöbet tutuluyor, niye tutulmuş, kim vermiş bu emri, albay, bilmem kim vermiş, ne diye vermiş efendim. Gece devriye yaparken orada arabası bozulmuş albayın, oradan kaldıramamışlar. Sabaha kadar aracın başına bir şey gelmesin diye, sabaha kadar nöbet emri koymuş. Fakat nöbet emri unutulmuş, kalıcı hale gelmiş, on yıldır orada nöbet tutuluyor. İşte mükemmelci insanın hayata bakış tarzı, kurallara uymak üzerinedir. Sağlıklı insan, normal insanın hayata bakış tarzın da kurallar fonksiyonel midir? Bu kural benim hayatımı kolaylaştırıyor mu? Bu kural bana nasıl işe yarıyor. Bunu inceler eğer bir insan yaşamında her anında her diliminde kıyafetinden yemesine, içmesine, yatmasına kadar her şeyi sorgulayamıyorsa yani yaptığım iş bana fonksiyonel mi? Benim hayatımı kolaylaştırıyor mu? Benim hayatıma kalite katıyor mu? Benim estetik zevklerimi tatmin ediyor mu? diye sormuyorsa, o insan kurallara mahkûm zavallı bir köledir.
Şimdi, örnekler yerine otursun diye, yine kendimden örnekler vereceğim, ukalalık olarak nitelendirmeyin. Ben Anadolu çocuğuyum, şehirliyim ama Kayseriliyim. Aranızda Kayserili var mı? Bir tane hemşerim çıktı, bir tanede de oradan çıktı. Bizim bir salonumuz olur, evlerimiz büyüktür. Kayseri’de, yerlisi varlıklıdır. İki yüz metre karelik daire de, altmış -yetmiş metre kare salon olur. Çok güzel dizayn edilmiş. İşte koltukları, mobilyaları. Biz o salona giremeyiz. Niye giremeyiz? O salona misafirler alınır. Misafirler ne zaman gelir, bayramdan bayrama gelirler. Ayda bir toplanırlar, bir de dünür için gelinir. O dönemlerde kilitli olan o kapılar açılır, o misafirler oturur ve giderler. Biz hep uzaktan, müze seyreder gibi uzaktan seyrettik. Tabi, ailenin imkânları fena değil, o misafir odasına büfeler alınır, hepinizin evinde vardır. Anadoluda her evde vardır. Efendim büfeler ne işe yarar, bizim evimizde büfe vardı. Asla kullanmadığımız birkaç kristal bardak, birkaç fincan, sağdan soldan ve yurtdışından hediye olarak getirilmiş. Ne bileyim işte, garip bir takım figürler. Bir ömür boyu onları seyrettik. Ama ahdettim, ulan dedim. Eğer, kendi evim olursa salondan dışarı çıkarsam, namerdim. Cevizden masamız vardı, asla kullanamadık. Mutfaktaki adi formika masada yedik.O ceviz masada babam rahmetli de yemedi, annemde yemedi daha rahmetli olmadı ama. Tabi ben evlendim, kendi evimi kurdum. Hanıma dedim ki, hanım salondan başka yerde yaşamayacağız. En güzel yerlerde biz yaşayacağız. En güzel eşyayı biz kullanacağız, misafire de artarsa bir miktarını vereceğiz. Tabi burada biraz taklitçiliğimiz, toplum olarak taklitçiliğimiz geliyor. Fransız kültüründen gelen büfe sistem, onların antik eşyalarını koymuş olduğu sistem, bizim dünyamızda ancak birkaç kristal, birkaç fincanlık hale dönüşmüştür. Tabi, şimdi kullanılmayan bir sisteme dönüşmüş. Bben de evimde salonuma rahat koltuğumu aldım, o büfe yerine kitaplığımı yaptırdım. Dediler ki yahu utanmıyor musun, bu güzel salonun ortasına böyle bir kitaplık koymaya. Ben utanmıyorum, siz utanın dedim. Bu bana fonksiyonel mi, değil mi? Onu denemeye çalıştım. Tabi bir bakıyorum zaman zaman kurallara bizde uyuyoruz ama hep o iç görüyü yakalamaya çalışıyoruz. Muayenehanemiz, yaşama şartlarımız, her şeyimiz fonksiyonel mi, değil mi? Okuduğumuz şey fonksiyonel mi? değil mi? Yani bizim istediğimiz şeyi mi yapıyoruz. Bizden beklenen şeyi mi yapıyoruz. Dış odaklı mıyız, iç odaklı mıyız? Yaptığımız şeyi yaparken keyif mi alıyoruz. Yoksa sonucunda bir gün keyif alacağımızı mı umuyoruz. Bunları değerlendirmek gerekiyor. Demek ki mükemmelci arkadaşlarımız bir kurala uymak zorunda, fonksiyonellikle bir dertleri yok. Fonksiyonel mi afonkisyonel mi, işe yarıyo mu yaramıyor mu önemli değil. Kuralda ne yazıyor, yönetmelikte var mı? yok mu? Yönetmelikte varsa bitmiştir. Asla o tartışılmaz. Yine bir hatıramı anlatayım. Üniversitemizde bir sınav sistemi vardı. Bu sistem adil değildi. Dedim ki ya hocam, bu sistem benim kafama yatmıyor. Bu makul değil,mantıklı değil, fonksiyonel değil, adil değil. Ne yapalım yönetmelik böyle dediler. Sizin bu yönetmelik dediğiniz şey nedir. Genç bir doktorum o zaman. Üniversite senatosunun almış olduğu kararla çıkartılan ve üniversite mensuplarının uymakla yükümlü olduğu şey. Dedim üniversite senatosu kim, tanrı falan mı? peygamberin vahiyleri mi? Yok dedi. Şunu desene bana, bizim hocalarımızdan bir kısmı oraya oturuyor, ya şu iyi olur, diyorlar. Akıllarını kullanıyorlar, kural koyuyorlar. O kuralları da, bu üniversitenin işlemesi, adil olması, daha kaliteli işlerin, daha kısa sürede yapılması için konan kurallar değil mi. Evet onun için. O zaman ben hocama giderim, rektörüme durumu anlatırım. Rektörüm akıllı bir insan. Buradaki kuralın işlemediğini, fonksiyonel olmadığına, tam tersine afonksiyonel olduğuna, sistemi durdurduğuna, adaletsiz bir uygulamaya neden olduğuna ikna ederim. Çünkü benim düşündüğüm doğru. Şu da delillerim. Sen manyak mısın dediler. Evet manyağım dedim. Çıktım rektöre, vardım. Sayın rektörüm kabul buyurun efendim. Buyur, evladım. Bu meselenin aslı böyle böyle, ben bu kuralın değiştirilmesini talep ediyorum. Acilen yönetmeliğin değiştirilmesini talep ediyorum. Söylediklerin bana çok makul ve mantıklı geldi, öğleden sonra senato toplantısı var. Gel seni de çağırıyorum. Gündem maddesine kuralın değiştirilmesini yazıyorum. İlk toplantı da yönetmelik değişecektir, bundan sonra böyle uygulanacaktır. Bitti. Ya kanun emri ama kardeşim bunu kim yapıyor. Tanrıdan mı geliyor bu kanun. Yok. Meclisdeki iki yüz elli tane vatandaş diyor ki, biz bunu böyle doğru bildik. Çünkü halkımızın mutlu olması, refaha erişmesi, daha fonksiyonel yaşaması, barış içinde olması, daha kaliteli bir yaşama kavuşması için, yasaları halk için yaptıklarına inanıyorlar. Doğru mu? Doğru. Eğer bu yapılanlar yanlış sonuçlar doğurduysa, ben bu iki yüz elli tane parlamenter ile tek tek görüşür, bir yıl uğraşırım, beş yıl uğraşırım, on yıl uğraşırım. Eğer halkı düşünen insanlar varsa, benimde söylediğim şey doğruysa bu yasalar değişir. Bir kişinin direnmesiyle olur…. Kurallarda, mahkemelerde hakimlerin bir tanesi yasaları anayasaya aykırı bulursa, mahkeme kendisi direkt olarak itiraz hakkına sahiptir. Hayır ben, “meclisin çıkardığı, bir gurubun onayladığı bu yasayı anayasaya aykırı buluyorum ve uygulamıyorum” dediği zaman tekrardan tartışmaya açabiliyor ve birçok karar vardır ki hakim kararıyla meclisten tekrar geçirilmiştir. Yani fonksiyonel düşünenle, köle düşünen zihniyeti ayrıştırmanız açısından. Tabi, zor bir şey. Özerk bireylerden oluşmuş, özerk toplum dediğimiz fonksiyonel, rasyonel, akılcı düşünen bir toplum bir yere, dogmatik, fanatik, tarafçı, siyasi bakarsanız bu özellikleri kaybedersiniz. Bu mükemmelci arkadaşlar, hayatlarında ne yapıyorlar. Mutlu yaşıyorlar mı, bir de o tarafa bakalım.
Evet, bu arkadaşlarımız başarılı oluyorlar, yönetici oluyorlar. Bu arkadaşlarımız çok para kazanıyorlar. Acaba gerçekten hayatı doygun yaşıyorlar mı? Maalesef bu arkadaşlarımız, her şeyi kontrol ettikleri oranda sistemde problem çıkmıyor. Bir delikanlı, yirmi iki yaşında, üniversite öğrencisi, mükemmel bir çocuk, harikulade. Mahalle hayranlıkla izliyor, babası subay, iki erkek kardeşten büyüğü. Sabah yedi otuzda kalkıyor, yedi otuz beşte … gidiyor yedi kırkta kahvaltıya oturuyor, yedi elli de kalkıyor, sekize beş kala servise biniyor, sekiz yirmi beşte okulda, sekiz otuzda derste. Yıllardır bu sistem böyle çalışıyor. Böyle bir çocuk elbette okulda birinci olacaktır. Delikanlı, okul birincilikleri ile gidiyor ve mahalledeki anneler veya lojmandaki annelerin hayali, kızlarını bu delikanlıya vermek. Ah böyle bir damatları olsa. Çünkü o kadar hoş ki, teyzeciğim nasılsın diyor, her gün soru soruyor ama hep böyle resmi yapılması gereken. Çocuk sağa sola bakmıyor, hiç ahlaksızlığı görülmemiş, terbiyesizliği yok. Jilet gibi giyiniyor, böyle takım elbiseyi görseniz yani manken zannedersiniz. Her gün aynı şekil. Bir gün de ütüsüz olsun, bir günde kırışık olsun. Yok bembeyaz yakalar, bembeyaz gömlekler, traş her zaman aynı. Ankara da sınava giriyor. İkinci sınıfta hep doksan, doksan iki, doksan beş. Sınıfta en iyi notlardan biri bunun. O güne kadar hiç tersi olmamış. Bir hukuk notuna bakıyor, bir karşıya bakıyor. Adı karşısında altmış beş yazıyor, bir daha dönüyor, altmış beş yazıyor, bir daha dönüyor altmış beş yazıyor. Yukarıdakilere bakıyor,yetmiş, seksen, doksan var. Dönüyor bir daha bakıyor, altmış beş, gözlerini ovalıyor yine altmış beş. Hayatında ilk defa doksandan düşük not alıyor. Bu arkadaşımız Ankara Gazi’den başlıyor koşmaya Tandoğan’a, Tandoğan’dan Kızılay’a, Kızılay’dan Çankaya’ya kadar koşuyor. Niye koştuğunu bilmiyor, kaçıyor. İçi öyle yanıyor öyle yanıyor ki, bir kural bozuldu. Bir sistem çöktü, bir dünya göçtü. Ankara da bir sinemaya gidiyor, karanlığa yüzünü kapıyor, ağlıyor ağlıyor ağlıyor rahatlayamıyor. Bir süre sinemada kimsenin görmediği yerde gözyaşlarını döktükten sonra çıkıyor, eve geliyor. Tam tersi yönde Aydınlıkevler’e “t” harfi gibi bir şey. Ulusa koşuyor, yürüyerek koşarak içindeki öfkeyi dindirecek. Aydınlıkevler’e eve geliyor. Banyoya giriyor, yüzünü yıkıyor, gözünü yıkıyor. Kafasını kaldırdığında banyoda ecza dolabını görüyor. Orada ecza dolabını açıyor, ne kadar ilaç varsa alıyor,yutuyor ve odasına gidiyor, yatıyor. Anne, baba memur. Baba subay, anne öğretmen. Mesai bitiminde eve geliyorlar, çocuk içeride ağzı köpürmüş bir şekilde yatıyor. Apar topar acil servise kaldırıyorlar, çocuğun midesi yıkanıyor. Doktor soruyor, ne oldu sana? O kadar mükemmel bir çocuk ki kimsenin aklına bu çocuğun intihar teşebbüsünde bulunacağı gelmiyor. Ya okulda yemek yemiş zehirlenmiştir ya sokakta yemiştir diyor. Hım gıda zehirlenmesi muhtemelen diyorlar. Aradan dört yıl sonra ilk defa bana bahsetti,o girişiminin intihar girişimi olduğunu, altmış almanın onurunu nasıl zedelediğini, kendisini yıktığını, kendisini affedemediğini ancak kendisini öldürerek affedebileceği şekilde bir gururla böyle bir eylemi gerçekleştirdiğini.
Bir başka obsesif- kompulsif arkadaşımız süper mühendis, okul birincisi, üst düzey yönetici. Her şey mükemmel gidiyor. Kural kolik, iş kolik, duygu sıfır. Günün birinde bir kıza aşık oluyor. Kızı beğeniyor, kızı beğenmesinin arkasında da ta çocukluk döneminden bir başka arkadaşına benzemesi var. Bu delikanlı kıza âşık ama dönüp bakmıyor. Minibüs kuyruğunda, iki gerisinde duran bir kız, biranda içi akıyor. Tanrım bu nasıl bir şey diyor. Hani yıldırım aşkı, dünya nasıl bir şeydir. Kızın indiği durakta iniyor, kızı takip ediyor. Koskoca üst düzey yönetici. Kızın girdiği ofise bakıyor ve takip ediyor, aynı günde, aynı yere. Sonuçta kızın ismini öğreniyor, çalıştığı yeri öğreniyor vs. İlanı aşk ediyor, kız kabul ediyor, bir süre çıkıyorlar. Daha sonra kız bunu tersliyor ve ben “seninle çıkmak istemiyorum” diyor. Aman tanrım kız telefonlara çıkmıyor, kız kabul etmiyor. Kızımız sarı saçlı, trafik ışığında sarı ışık yanıyor, sarı ışığa takılıyor gözleri, kızın hayali geliyor,kilitlenip kalıyor dakikalarca . Ne ne zaman ki arkadan korna sesleriyle ışığın yeşile döndüğünü fark ediyor, arkadaki insanların kornalarıyla yola devam ediyor. Hayatı kilitleniyor, iş yapamaz oluyor, toplantılara giremez oluyor. Kızın kendini reddetmesi duygusundan kaynaklanan kırılmayı, narsis kırılmayı, obsesif kontrol dışı olma sistemini çözebilmek için bana geliyor. Üçüncü bir örnekte sohbetimin başında söyledim.Mükemmel bir evlilik ve dizayn kuracağına inanan bir arkadaşımız, birinci evliliğin de başarısız olunca, eşi trafik kazasında vefat eden hoş ve dul olan bir hanımla bir evlilik gerçekleştiriyor. Bu hanımında bir kızı var. Öyle içten, öyle samimi ki bu çocuğu baba olarak benimsiyor, eşini de eşi olarak benimsiyor. Onların geleceğini garanti altına alabilmek için inanılmaz detaya giriyor, kontrol mekanizmaları kuruyor.Çocuk sabah kahvaltı masasına nasıl oturulacağını, büyük insan olunca gideceği sosyal ortamlarda girdiğinde ayıp edecek bir davranışta bulunmaması için şimdiden eğitilmesi gerektiğini, çatal-bıçağı nasıl tutması gerektiğini, sabah kahvaltısında çatalın önce hangi kahvaltılılara batırılması gerektiği ile ilgi bir sürü ritüel. Çocuk maymuna dönüyor. En sonunda makarnayı süzmeyle ilgili başlayan yanlışlık ve davranışla sistem boşanmayla sonuçlanıyor. Küçük kızımız altı yaşlarında anneannenin evine gidiyor. Sabah anneanne ona domateslerle, reçellerle, salatalıklarla, peynirlerle çok güzel bir kahvaltı hazırlıyor, tepsi içinde getiriyor. Annaane böyle rast gele gönlü ne istiyorsa çatalını gezdirip, batırarak yiyor. Ama anneanne böyle olmaz ki diyor. Ne demek, nasıl olmaz, sırayla yemiyorsun sen. Kızım ne sırası, nereden çıktı bu sıra, ne istiyorsan onu ye. Ne demek ne istiyorsan onu ye. Kızım istediğini yiyebilirsin. Ciddi yiyebilir miyim anneanne, yiyebilirsin. Çocuğun gözlerindeki ışıltıyı görmeniz gerekirdi, diyor annesi. Ozgürlük duygusu, o istediğini istediği şekilde yiyebilecek. Çocuğun ruhundaki o kontrol duygusu ki hepsi iyilik adına yapılan, mutlaka iyi niyet adına yapılan, yapan insanında yüz de yüz inandığı ama sistemin, ne kadar kural kolik olmanın getirmiş olduğu var olmanın nasıl engellendiğinin güzle bir örneği idi. Evet, bir tarafta kontrol, kuralara uyma bir tarafta özgürlük ve fonksiyonel olmak. Eğer hayatınızdan fonksiyonel olan kurallara sahip çıkıyor, afonksiyonel kuralları sorgulayabiliyorsak , onların yerine daha sağlıklı, işlerimizi kolaylaştırıp estetik kaygımızı tatmin eden kurallar koyabiliyorsak, kuralları sorgulayabilme kuralımız varsa hayatımız ne güzel. Yok, önümüze konulmuş olan menüleri sadece başkaları bize kızmasın, bizi azarlamasın, bizden sevgisini eksik etmesin diye inanmadığımız, fonksiyonelliğini sorgulamadığımız kurallara uyuyorsak hayatı gerçekten yaşamış sayılmayız. Evet, ben bugünkü obsesif-kompulsif kişilik örüntüsü veyahut mükemmelci, ayrıntıcı kişilik diye tanımladığımız kişilik örüntüsünün genel hikayesini burada kesmek istiyorum.Konuyla ilgili soru varsa yanıtlamaya çalışacağım.
SORU: Hocam şimdi batı daha kuralcı. Mesela; Avrupa, Amerika çok kuralcı. Her türlü kuralları çok, iki adımda bi. Bizlerde genellikle kurallara uymayan bir toplumuz.Genel olarak şimdi onların çoğu da mükemmelci mi? Onların ki mi iyi, yoksa bizim ki mi, yoksa ikisi de mi?
Tahir ÖZAKKAŞ: ikisi de kötü tabi. Batının kuralcılığına bakarsanız bizden farklı. Tabi bilmiyorum, yurtdışına gidenleriniz görmüş müdür? Bir cadde de bir diirekte on tane trafik işareti görüsünüz. Cuma günü şöyle şöyle park edilir, cumartesi şöyle şöyle park edilir, Pazar böyle böyle park edili, pazartesi şu araçlar park edebilir, Salı şu araçlar park edebilir. Yani orada maksimal faydayı elde edebilmek için bir sokakta, bir cadde de her gün, her saatine özel kural koymuşlar. Tabi bu ayrıntıcı kural aslında fonksiyonelliği sağlamak için işte, hafta sonu orada cadde çalışmamaktadır, büyük araçlar park edebilir ama hafta içerisinde cadde çalışmaktadır, büyük araçların park etmesi yasaktır. Hafta içerisinde şu saatlerde çok yoğun trafik olmaktadır diyelim, on bir ile üç arasında tüm araçların parkı yasaktır. Yayanın işini kolaylaştırmak gibi. Tabi, bu daha çok detaycı bir devlet sisteminin getirmiş olduğu takdir edilecek bir şey. Ama orada da bireysel ve özerk insanın inisiyatif kullanabileceği alanlar varken, bu alanları yok sayacak bir kuralcılık zihniyeti hakimdir.Bunun basit bir örneğini kendi hayatımdan vereyim.. Amerika da ben arabayla geziyordum, yol bitti, hoş geldiniz Kanada’ya yazdı. Mean eyaletinde dedim ya Kanada’ya gelmişiz basayım gireyim içeri, fakat benim Kanada vizem yok, Amerika vizem var ama Kanada vizem yok. Hoş geldiniz dedi, pasaportumu verdim, sizin vizeniz yok dedi. Evet, yok dedim. Ne ne olacak, niye geldiniz o zaman dedi. Valla dedim istiyorum. İsteyenin bir yüzü kara, vermeyen Arap mı derler. Dedim ben geldim, eğer mümkünse girmek istiyorum. Eğer sınırda vize alma imkanı varsa vize alayım. Yok, vize almazsınız, burada kurallar var, elçilikten vize alıp, bastırıp öyle geleceksiniz dedi. Peki, benim burada işimi kolaylaştıracak bir kuralınız var mı? Şefinizle bir görüşebilir miyim dedim. Şef geldi, dedim ki, ben doktorum psikiyatris-tim,eşim de doktor, biz bir kaç günlüğüne Kanada’yı görmek istedik. Bir aydır Amerika’dayız, Amerika vizemiz var ama eğer izniniz olursa birkaç günde Kanada da dolanıp arabamızla geri çıkacağız dedim. Adam tabi, durumumuza baktı dedi ki, Kanada’da kural gereği Kanada’dan bir adres bildirirseniz, ben sizi içeri alacağım, bir haftalık vize vereceğim dedi. Şimdi ben Kanada da nereden adres bildireyim, amcamın oğlu yok, dayımın oğlu yok. Dedi, herhangi bir adres olabilir dedi. Ha bir dakika var dedim, benim arabamın arkasında benim psikiyatri kitaplarım var. Hemen bir psikiyatri kitabı açtım, hemen Montreal Üniversitesi’nden bir öğretim üyesinin referanslardan birisinin ismini buldum. Prof. Dr. George bilmem kim. Montreal Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim üyesi, bir makale yayınlamış. Ha dedim Montreal Üniversitesi TıFakültesi Psikiyatri AnaBilim Dalından George bilmem kimin ziyaretine gidiyorum dedim. Ha oldu dedi. O yazdı oraya, kuralları uyguladı, ben de kural gereği adres bildirdim, geçtik içeri ama oradaki vatandaş inisiyatifini kullandı. Yani adresi o kitaptan çıkardığımı gördü, sadece kendi kurallarına uymak ve sadece şefine evet bana böyle bir adres beyan ettiler, benbde yetkime dayanarak bunu uyguladım. Katiyen Amerikalı bunu yapmazdı. Çünkü Mean eyaletinin girişinde genellikle Akdeniz kökenli Quebeq bölgesidir, Fransız ve İtalyan’dır. Bir de Akdenizli ve sıcak insanların olduğu bölgede, bizim de sıcaklığımız, biraz daha kuralları esnetebilme becerimizle fonksiyonel hale getirmek yani adam gelmiş, eşiyle gelmiş, Amerika’yı geziyor burayı da gezmek istiyor. Böyle bir sistem.